14 Kasım 2016 Pazartesi

DOKUNUŞUN MUCİZESİ
Radyonun sesiyle uyandım yine. Birçok insanın aksine ne telefon alarmı ne bir çalar saat. Güne bir şarkıyla başlamanın güzelliğinden vazgeçemiyordum onca teknolojiye rağmen. Son zamanlarda bu güzellik anlamını yitirmeye başlamış olsa bile.
Otomatik hareketlerle kalkıp radyoyu kapattım. Kasvetliydi hava. Geceden beri hiç durmamıştı yağmur. Hayatımın karanlık hüznü yetmiyormuş gibi daha da bunaltıyordu bu yağmur içimi. Bu düşüncelerden, düşünmeyi düşünmekten yorulmuştum. Kalkıp bir çay koydum ocağa. Pencerenin önündeki koltuğa oturdum. “güzel şeyler düşünsene ”dedim. “herhangi bir şey ama mavi, umutlu bir şeyler” oysa 6 yıl öncesine kadar ne kadar mutluydum. Tam bir cahil mutluluğu… Halbuki aynı ev, aynı iş, aynı çevre. Şu dışarı baktığım pencere bile aynıydı. İlk taşındığımda o kadar uğraşmama rağmen kurtulamadığım boya lekesi bile aynıydı. Değişen neydi? Tek bir cevap vardı: ben. Değişen bendim. Tuhaf yanı bu değişime ne sevinebiliyor ne de üzülebiliyordum. 6 yıl öncesine gidecek olursak…
Çok heyecanlandığım bir film projesi üzerinde çalışıyordum. Her zamankinden farklı olarak sadece senaryosunu yazmakla kalmayacak; aynı zamanda filmin yönetmenliğini de yapacaktım. Yine bugünkü gibi yağmurlu bir günde setten dönerken bir anlık dalgınlık felaketim oldu. 5-6 yaşlarında bir çocuğa çarptım. Hemen indim arabadan. Kimse yoktu çocuğun yanında; öylece geçiyordu yoldan tek başına. Hemen hastaneye yetiştirdim çocuğu. Çarpmanın etkisiyle bayılmıştı. Doktorlar birkaç kırık dışında bir şeyinin olmadığını söylediler. Ama her ihtimale karşı bir gece kalacaktı hastanede. “annesi misiniz?” dediler. Üstü başı perişan, baygın halde yatan çocuğa baktım. Kimsesi yoktu herhâlde. Sokakta mendil satan çocuklardan biri olabilirdi. İçimde uyanan şey “şefkat, acıma ya da sevgi” değildi. “korkuydu”. O kadar uğraşıp didinip hayalimdeki filmi tamamlayacakken böyle bir olayla gündeme gelemezdim. İçimdeki korkunç, bencil canavarın dudaklarından derinlerde, çok derinlerde bir yerleri kanatan sözcükler döküldü:” evet, annesiyim.” Doktorlar inanmaz gözlerle baktılar ama pek de umursamadılar.
Çocuğun başında bekledim gece boyu. Sabaha karşı uyandı. Gözlerini kırpıştırarak bana baktı. Koyu maviydi gözleri. Gülümsedi acısına rağmen. Sağ yanağındaki gamze iyice belirdi. İçim acıdı haline. “gülme. Kime gülüyorsun. Karşında tam bir canavar var. Hayatını iş, ev, para, mal, mülk çerçevesinde yaşayan bencil bir yaratık var yanı başında. Gülme.” Demek istedim. Ama diyemedim. Tam uzanıp onu doğrultacakken birden gözleri seğirmeye, nefes alışverişleri hızlanmaya başladı. Bağlı olduğu makinelerden tuhaf sesler geliyordu. Doktorlar odaya doluştular. Bir şeyler yapıyorlardı ama ben idrak edemiyordum. Çocuğun gözleri benim üzerimde, gülümsemesi hala yüzündeydi. Farkında olmadan elinden tutmuştum.
Çocuk son kez başını yastıktan kaldırarak bana doğru döndü. Bir şey söylemeye çalışıyordu. Eğildim. “bırakın” dedim.” Bir şey diyecek.” Kulağıma tiz sesiyle söylediği şey son sözleri oldu. Yıllardır rüyama giren ses. “anne” dedi bana. Son sözü bu oldu.
Tanımadığı, ölümüne sebep olan yabancı bir kadın sırf elini tuttuğu için o kısacık ömründe gördüğü tek merhamet bu olduğu için beni o sıfata layık görmüştü. Sonrası inanın umurumda olmadı. Taksirli suç sayıldığı için fazla hüküm giymedim. Birkaç ay cezaevinde yatıp çıktım. Çocuğa sahip çıkan olmadı. Parıldayan gözleriyle ışıltılı bir umut saçan bir çocuk… “garipler mezarlığına” defnetmişler. Cezaevinden çıktıktan sonra ilk yaptığım iş mezarını ziyaret etmek oldu.
O küçük mezarın başında değiştim. Yıllardır katılaşan kalbim; eriyip bütün vücuduma dağıldı sanki. Hiç tanımadığım bilmediğim bir çocuk için saatlerce ağladım. Sadece vicdan azabı değildi bu. O çocuğun nezdinde yalnız bıraktığımız bütün çocuklara, tek bir dokunuşa muhtaç bıraktığımız o güzel çocuklara ağladım, suçladım kendimi. Nasıl bir dünya yaratmıştık kendimize? Nasıl mutlu olabilmiştik eksikliklerimizle?
İşte yine yağmurlu bir günde içimi döktüm size. Çayı demlerken pişmanlıklarımı, gözyaşlarımı emanet ettim hepinize. Beni uyutmayan gerçekler sizi de uyutmasın istedim. Kalkın bakın etrafınıza. Mendil satan, ışıklarda cam silen, köprü altlarında soğuktan titreyen çocuklar. Hepimizin çocukları onlar. Yalınayak gezdikleri sokaklarda bıraktıkları izler size ait. Görün onları, duyun. İnanın bir bakışınız yetecek size gülümsemesine, bir dokunuş “anne” olma güzelliğini bahşedecek size.

06.12.2012    11:34

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder